17 Nisan 2009 Cuma

Bilge adam


Reuters bu fotoğrafı G20 toplantıları sırasında çekmiş. Monsieur le Président başucuna koymuştur bence bu kareyi...

14 Nisan 2009 Salı

Türkiye karşıtlığı eriyor

Fransız devletinin ve özellikle de sağ aydınlarının Türkiye konusunda yaratmaya çalıştıkları teyakkuz hâlinin toplumsal karşılığının sanıldığı kadar net olmadığını, geçenlerde yazmıştım. Bugün yayınlanan bir araştırma, bunu net bir biçimde ortaya koyuyor. 2005'te yapılan aynı konulu araştırmayla aradaki fark sizin de dikkatinizi çekecek... (Araştırma: CSA)



Nis-09Haz-05Kas-02
Türkiye'nin AB üyeliğine hayır%50%66%55
Türkiye'nin AB üyeliğine evet%35%28%33
Bir fikrim yok%15%6%12

Gördüğünüz gibi, Sarkozy'nin bas bas "Türkiye'ye hayır" diye bağırdığı, MoDem'e kadar bütün sağ partilerin, Türkiye karşıtlığı konusunda yarıştığı bu dört yıllık süreç içerisinde, 'Hayır'cıların ve 'Evet'çilerin oranı, bir hayli değişmiş.

Bundan sonra da bu oran, muhtemelen biraz azalan bir hızla, aynı doğrultuda değişmeye devam edecektir. Başka türlüsünü de bekleyemeyiz. Bana kalırsa 10 ilâ 20 yıl sonra somut olarak gündeme gelecek bir konunun, siyasî hamle amaçlı olarak ısıtılıp ısıtılıp servise sunulması, Fransız toplumunun da tepkisini çekiyor.

Bakın elimde bir başka araştırma daha var. Opinion Way'in 2008 Haziran'ında gerçekleştirdiği bu araştırmada, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği meselesinin, Fransız toplumunun gündeminde ne kadar yer sahibi olduğu öğrenilmeye çalışılmış. Oranlar bence çok çarpıcı. Nicolas Sarkozy, Ségolène Royal ve François Bayrou'ya oy verenlere, yani seçmen kitlesinin hemen tamamına "Aşağıdaki konular arasında sizi en fazla endişelendiren üçü hangileridir?" diye sorulmuş. Bu üç konu arasında "Türkiye'nin AB'ye olası katılımı"nı işaretleyenlerin oranı, yalnızca yüzde 6!

O araştırmaya da bir bakalım (Büyütmek için üstüne tıklayın):



Yorum sizin...

12 Nisan 2009 Pazar

Joyeuses Pâques!


Paris'te geçirdiğim ilk sene, Paskalya gününün akşamında şaşkına dönmüştüm doğrusu. Hattâ dönmüştük, demeliyim; çünkü ne olup biteceğini bilmeden, o gün, Murat ve Hakkı'yla Bastille'de bir sinemanın önünde buluşmak üzere haberleşmiştik. Artık hatırlamıyorum; ama bir filim izleyecektik işte.

Buluştuğumuzda, hepimiz etrafımıza aval aval bakıyorduk. Gideceğimiz sinema kapalı olduğu gibi, etraftaki diğer salonlar da kepenk indirmişti. Dahası, koskoca meydanda rahatlıkla aynı anda 3 çift kale maç oynanacak kadar muazzam bir boşluk vardı. Şaşkın, oradan le Marais'ye doğru yürüdüğümüzü anımsıyorum. Eşcinsel mahallesi olduğu için, böyle dinî bir günde, olsa olsa orada bir hareket olur, diye düşünmüş olmalıyız. Heyhat... Yılın 363 günü gey, lezbiyen, transeksüel kalmaya devam eden bu mahalle bile, iki günlük Paskalya ayracını boş geçirecekti belli ki. Dükkânları kapalı, cafélerin çocuğu da ölü görünce, biraz dolaşıp, yol üstünde denk geldiğimiz bir kilisenin ayinine katılmıştık, kısa bir süreliğine. Sonra, geceyi, Notre Dame Katedrali'nde tamamlamıştık galiba.

Paris'i 'öyle' görebileceğiniz nadir günlerden birisidir Paskalya. Zira sadece şehrin sakinlerinin değil, aynı zamanda turistlerin de ortalıkta fazla dolaşmayacağı tek vakittir. Ağustos tatilinden de, Noël'den de ayrılır bu yönüyle.

Neyse. Konuya dönmek gerekirse, o gün yaşadığım tuhaf, yarı ekşi, yarı acı yalnızlık tadı, her yıl Paskalya vakti tekrar ediyor aslında. Yine de bu kez, sabahtan, kız arkadaşıma küçücük de olsa bir Paskalya sürprizi yapmaktan geri durmadım. Akşamsa Galatasaray'a karşı Fenerbahçe'den bir Paskalya hediyesi bekliyorum; ona göre...

10 Nisan 2009 Cuma

Carla indirilmekten 'büyük keyif' alıyormuş

Le Post pek güzel yakalamış. Carla Bruni-Sarkozy, bugünkü eşiyle evlenmeden önce yaptığı bir açıklamada, "Şarkılarımın korsanca yöntemlerle indirilmesinden büyük keyif alıyorum" demiş meğerse.

9 Nisan 2009 Perşembe

Oh canımıza değsin /-)

İnanılmaz ama, Fransız hükümetinin öngördüğü internetten indirmeyi cezalandıran yasa, parlementodan az önce reddedildi. Üstelik de bu sonuçta, iktidar partisi UMP'den hatırısayılır miktarda milletvekillerinin, Meclis'teki oturuma katılmamasının büyük payı var.


Hadopi adı verilen bu yasanın ayrıntılarına daha önce değinmiştim. Özetlemek gerekirse, lisanssız içerik indiren kullanıcılar, bu tasarı yasalaşabilseydi, biri e-posta, öteki mektupla olmak üzere 2 uyarı alacak, devam etmeleri durumunda da bağlantıları kesilecekti. Sonradan buna bir madde daha ekleyerek, ceza yiyen kullanıcıların, bağlantıları kesik olduğu hâlde gelen faturaları ödemeleri de zorunluluk olarak benimsendi.

Ama işte... Geçemedi. Sarko buna çok kızacak; kuşkunuz olmasın. Tabiî şimdi önümüzdeki haftalarda bu tasarıyı yeniden Meclis'e göndereceklerdir; ancak sadece bugün olanlar bile, yeterince gürültü koparmış olacak.

7 Nisan 2009 Salı

Fransızlar bizi neden bu kadar çok seviyor?

Altı yıla yakındır Fransa'da yaşıyorum, Türk olduğum için özel olarak ayrımcılığa uğradığımı, kınandığımı anımsamıyorum. Burada yabancılara karşı genel bir ayrımcılık uygulanıyorsa eğer, ondan payıma düşeni almışımdır belki ama, dediğim gibi, Türk'üm diye özel olarak böyle bir şey gelmedi başıma. Memleketimi soranlara da Türk'üm dediğim zaman yüzünü ekşilterek bakanını hiç görmedim. Tersine, çoğu zaman özel bir ilgiyle karşılaştığımı söyleyebilirim, Türk olduğum için. Peki nedir bu, siyasetçilerin dünyasında olup biten o hâlde? Neden 'öyle' görüyorlar bizi? Hele hele bugünlerde yine, neden yarışa girdi Fransız  liderler, politikacılar, diplomatlar Türkiye'nin AB'ye girişine en çok kendilerinin karşı çıktığını kafamıza kakmak konusunda?



Bunun tek bir yanıtı olamaz kuşkusuz. Gelgelelim doğruya bizi en çok yaklaştıracak unsur, işte bu fotoğrafta gizli belki de. Fransa Cumhurbaşkanı'nın bitmez tükenmez aşağılık kompleksi ve onun doğurduğu sonuçlar, bize bir ölçüde zarar veriyor kuşkusuz ama, en çok da Fransa'nın imajını zedeliyor sanıyorum.

Fransa, tuhaf bir biçimde kendini Türkiye'yle yarışırken buldu diplomatik alanda, tamamen bu aşağılık kompleksi nedeniyle. Aşağıya bazı fact'leri sıralıyorum; ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır.

1- Ortadoğu Sorunu
Türkiye, İsrail-Suriye arasında arabulucu rolü oynadı. Aynı rolü Fransa da oynamak istiyordu. Özellikle de Akdeniz İçin Birlik toplantıları sırasında Paris'te gözümüzün önünde köşe kapmaca oynadı iki ülke. Ancak Fransa, bütün çabalarına karşın iki ülke liderini tek fotoğrafta biraraya getiremedi ve Türkiye'den rol çalamadı. Oysa Türkiye, aynı saatlerde, iki liderden birbirine mesaj taşıyordu.

2- Akdeniz İçin Birlik
Akdeniz İçin Birlik, Fransızlar açısından hem Türkiye'yi AB'den uzaklaştırmaya yarayacak bir manivela olacaktı hem de bölgede Fransa, Türkiye'nin üstlenmeye başladığı rolü kendi üzerine almış olacaktı. Bu nedenle de bu yeni Birlik oluşumuna muazzam diplomatik yatırım yaptı Fransızlar. Ama olmadı; özellikle de İsrail'in Filistin'e saldırmasıyla Akdeniz İçin Birlik, ölü doğan bebeğe döndü. Artık bu sözümona Birlik'i oluşturan ülkeler, biraraya bile gelemiyorlar! Akdeniz İçin Birlik'in bir sonraki büyük zirvesi ne zaman yapılacak, belli değil...

3- Obama ilk kime gidecek?
Nicolas Sarkozy, Fransa tarihinin en Amerikancı cumhurbaşkanı olarak etiketlenmeyi de göze alarak, daha W.Bush başkanken, bu ülkeyle ilişkilerini geliştirmek için âdetâ kıçını yırttı. Gitti tatilini W.Bush'un Teksas'taki evinde, hamburger yiyerek geçirdi. Amerikan Senatosu'nda baştan aşağı yıkama-yağlama kokan bir konuşma yaptı. Arkasından Obama seçildi. Sarkozy, İngiltere'den sonra Avrupa'daki en sıkı partneri olmak istedi Obama'nın. Yeni Amerikan başkanı, ilk denizaşırı ziyaretini Fransa'ya yapsın diye, "Obama, G20-NATO zirveleri arasında Normandiya'ya geliyor" diye dedikodu çıkarttırdı. Oysa Normandiya gezisi, baştan beri Haziran ayı için düşünülüyordu; bu kumar tutmadı. Yetmiyormuş gibi Obama, ilk denizaşırı ülke ziyaretini Türkiye'ye gerçekleştirdi.

4- Türkiye Mevsimi
Sarkozy, Haziran ayındaki AB seçimlerine kadar Türkiye'nin adını bile duymak istemiyordu. O kadar ki, tam da o tarihler için planlanan MEDEF'in Türkiye gezisini (MEDEF, Fransa'nın TÜSİAD'ı oluyor) erteletmek için araya girdi ve bunu başardı. Aynı nedenle Fransa'da daha önce başlaması planlanan Türkiye Mevsimi'nin açılış tarihini Temmuz başına ittirdi. Hattâ tamamen iptal etmek de istedi; ama başaramadı. Paris Kitap Fuarı'nın onur konuğu olarak Türkiye çağrılacaktı. Bu konuda her türlü ön anlaşma yapılmıştı. Resmen doğrulatmak mümkün değil; ancak kulislerde konuşulanlardan anlıyorum ki, bunu da Sarkozy iptal ettirdi.

5- NATO Savaşları
Fransa, NATO'nun askeri kanadına girerken, aynı zamanda Birlik'te önemli görevler kapmak niyetindeydi. Zaten NATO kararını daha 2007 yılında almışlardı kendi içlerinde ve mahut görevleri kapmak için hanidir gizli diplomasi yürütüyorlardı. Sonuçta sadece, NATO'nun ABD'deki temsilcisinin Fransız olmasını sağlayabildikleri söyleniyor; o da kesin mi, henüz bilmiyoruz. Ancak Fransa, çok istediği NATO Genel Sekreter yardımcılığı görevini ve NATO'nun Afganistan özel temsilciliğini Türkiye'ye kaptırdı.

Kouchner koltuğunu korumak için fikir değiştirdi

Birkaç ay önce buradaki basın mensuplarına verdiği kahvaltıda Ali Babacan'a, "Fransa'nın Türkiye konusundaki politikasına rağmen, meslektaşınız Kouchner, sizinle özel temaslarında, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği konusundaki kişisel olumlu görüşlerini mi dile getiriyor, yoksa hükümet politikasını mı dile getiriyor?" diye sormuştum. Babacan bu soruya yanıt vermek istemedi; ama çok manidar bir şey söyledi: "Şimdi bu konuyla ilgili bir şey söylersem, Fransa'da hükümet krizi bile çıkabilir." Bunun Türkçe tercümesi; evet, kişisel görüşlerini öne çıkarıyor, bakanı olduğu hükümetin değil, şeklindedir.



Ama Kouchner, az önce saydığım bütün olup bitenden sonra bu sabah çıktı, "Bundan sonra Türkiye'nin AB adaylığından yana değilim" dedi. Böylece kabinede Türkiye'den yana olan tek bakan da, görüşünü değiştirmiş oldu. Kouchner'in bu fikir değişimi de, istediği kadar bahane üretsin, Türkiye karşısında uğradığı başarısızlıkların faturasının kendisine kesilecek olduğunu bilmesinden kaynaklanıyor. Sarkozy önümüzdeki hafta ya da aylarda bakanlar kurulunda büyük değişiklikler yapacak. Bu başarısızlığının ardından da Kouchner, tabiî ki de durumu tehlikeye giren bakanlar arasındaydı. Doktor Kouchner, Türkiye konusundaki fikrini değiştirdiğini açıklayarak, Sarkozy'nin gözüne girmeyi ve bu sayede koltuğunu kurtarmayı garantiledi; hepsi bu.

Kouchner'e güveniyor muydu Türk hükümeti, bunu hiçbir zaman tam anlamamız mümkün olmadı açıkçası. Ama sosyalist geçmişi nedeniyle kendisiyle aynı kanatta yeralan Jack Lang, bir televizyon kanalında isim vermeden yaptığı açıklamada, Kouchner'in yanar-dönerliğini imâ etmişti. Mesele bundan ibarettir.

Kurtlanmalarının nedeni başka

Nicolas Sarkozy, 15 senedir özel derslerle pekiştirmeye çalıştığı hâlde öğrenemediği İngilizcesiyle bu işi çözemeyeceğini, Amerika'nın gözüne giremeyeceğini biliyor. Ne Barack Obama ne de Joe Biden, Nicolas Sarkozy'nin eski tip külüstür diplomatik ataklarından hazzediyor. Bush ile işler fena gitmiyor gibiydi; ancak ABD'nin bugünlerde dizayn ettiği yeni uluslararası politikalar, Sarkozy'yi balkona itiyor.

Size bir de sır vereyim: Obama'nın Prag'da yaptığı konuşmada Sarkozy'yi en çok rahatsız eden unsur, ABD Başkanı'nın Türkiye lehine konuşması da değildi esasen. Obama, konuşmasında çok daha önemli bir unsurun, karşılıklı nükleer silahsızlanmanın, Anglo-Sakson diplomasisinin deyişiyle "Global Zero"nun altını çizmişti. İşte Fransa'nın yanaşmak istemediği en büyük siyasi dönüşüm, esas bu konuda gerçekleşebilir. Obama'nın bu konuya, üstelik de Strasbourg'daki zirvenin hemen ertesinde girmiş olması, Fransa'ya "NATO'ya hoşgeldin. Hadi bakalım, şimdi beraber silahsızlanıyoruz" şeklinde ulaştı. Fransa 1965'te NATO'nun askeri kanadından kendini, tam da bu nedenle, nükleer caydırıcılık sırlarını Amerika'yla paylaşmamak adına soyutlamıştı. Şimdi geri döndü ve ABD daha ilk günden "Kaldığımız yerden devam" mesajını göndererek, Sarkozy hükümetini bir hayli irkiltti. Yarının konusu olan Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini, işte bundan, yani bugünün konusu olan nükleer silahsızlanma meselesinin üstünü örtmek istediklerinden öne çıkartmaya çalışıyorlar.

Tutar mı? Göreceğiz. Ama hiç sanmıyorum.

Biz de sizi...

Ben Türkiye'nin AB'ye üye olmasına her zaman karşı çıktım ve hâlâ karşıyım. Fransa'nın bu tutumunu Birlik üyelerinin büyük bölümü de paylaşıyor. Türkiye büyük bir ülke, Avrupa'nın ve ABD'nin müttefiki. Türkiye'yle imtiyazlı ortak olarak ilişkilere devam edilmeli. Bu yöndeki tutumum değişmedi ve değişmeyecek.
Nicolas Sarkozy, 5 Nisan Pazar, TF1
Bu tartışma bizde cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bile önce kapandı. Türkiye'yi imtiyazlı, hattâ benzersiz ortak olarak görüyoruz. Ama hepsi bu.
Michel Barnier (Tarım Bakanı), 6 Nisan Pazartesi, Le Figaro
Grubumuz Türkiye'nin Birlik'e girmesine büyük çoğunlukla karşıdır.
Jean-François Copé (UMP Meclis Grubu Lideri), 6 Nisan Pazartesi, AFP
Sarkozy yalan söylüyor, burnu uzuyor. Türkiye'ye esas karşı olan biziz.
Jean-Marie Le Pen (Front National Lideri), 6 Nisan Pazartesi, basın açıklaması

3 Nisan 2009 Cuma

Sarko'nun hızlı günleri


Nicolas Sarkozy'nin müthiş bir belagat yeteneği olduğu gerçeğini teslim etmek zorundayım. Hatırlarsanız, Fransa'da bir süredir 'Kapitalizmin ahlâkîleştirilmesi' başlığı altında bir tartışma yürütüldüğünü söylemiştim. Eski bir tartışmanın, bugünkü küresel ekonomik krize uyarlanmış hâliydi kuşkusuz bu. Batı coğrafyasında liberalizme en az ve en ağır kapı açan ülke konumundaki Fransa'nın bu konuyla haşır neşir olmasında şaşılacak bir şey yoktu ayrıca.


İlerleyen günlerde bu tartışma, artık benim buradan size anlatmamı gerektirmeyecek kadar büyük bir hızla kitleselleşti zaten. Londra'daki G20 Zirvesi, özellikle de Nicolas Sarkozy'nin 'daha ahlâkî bir kapitalizm' talepleriyle bu prensibi bir şekilde benimsedi. Öngörülen önlemlerin gerçekten pek ahlâklı, pek namuslu olup olmadığı konusundaki olası bir ikinci tartışmayı şimdilik dışarıda bırakarak söylemek gerekirse, Fransa'nın G20 Zirvesi'nde ortaya çıkan tabloda büyük payı olduğuna rahatlıkla ikna olabiliriz. Vergi cennetleri konusunda kara, gri, ak listeler; bu kara listede yeralan ülkelerde yatırım yapan dev finans kurumları için öngörülen küresel yaptırımlar; banka açıklarının sıfırlanması; çevre politikalarının ilk kez bu denli büyük bir zirvede ana eksene yerleşmesi gibi parametreler, Sarkozy'nin Londra'da yürüttüğü tatlı-sert diplomasinin başarıyla sonuçlandığını gösteriyor.

Önümüzdeki saatlerde de NATO'nun askeri karar mekanizmasına geri dönecek Fransa'da Sarkozy için parlak bir hafta oldu doğrusu. 'Ahlâkî kapitalizm' konusunda Batılı dostlarını, NATO konusundaysa kendi vatandaşlarını üç aşağı beş yukarı ikna etmeyi başardı.

1 Nisan 2009 Çarşamba

Eiffel de boyanıyormuş meğer


Gustave Eiffel'in vasiyetiymiş, Kule'sinin 7 senede bir boyanması, vallahi bilmiyordum. 1899'dan bu yana aşağı yukarı 7 yılda bir hakikaten boyanmış. Dün itibariyle de, Kule 120. yaşına basarken, 19. Eiffel'i Boyama Şenlikleri başlamış durumda. 25 dağcı-boyacı (Evet, dağcı-boyacı), 60 ton ağırlığındaki boyayı, yaklaşık 50 kilometre kirişe 18 ay boyunca uygulayacak. Eiffel'in çok değişik bir boyanma tekniği olsa gerek diye düşünüyordum; öyle değilmiş, basbayağı boyayı fırçayı alıp, sürüyorlarmış.


Eiffel Kulesi 2 yıl, 2 ay ve 5 günlük çalışmayla inşa edilmiş. Şimdi boyanmasının 1 buçuk yıl sürmesi, bana bir tuhaf geliyor doğrusu.



Tabii bir de renk konusu var. Bu 19. boyama operasyonunda herhangi bir renk değişikliği söz konusu olmayacakmış. Ancak meğer, ki bunu da bilmiyordum, şu anda kullanılan ve Eiffel'e özel bir tona sahip olan bronz rengine varasıya, iki renk daha kullanılmış: İlk renk, bir kahverengi-kırmızı karışımı, ikincisiyse aşı boyasıymış. 

Ben olsam, hiç düşünmeden cart kırmızıya boyarım.



Eiffel Kulesi'ne bugüne dek takriben 243 milyon 376 bin kişi çıkmış. Ben Fransa'ya geldiğimde (Beş buçuk yıl önce) yılda ortalama 6 milyon ziyaret alıyordu; 2008'de 6,9 milyon ziyaretçiyle yeni rekorunu kırmış. Yani ortalamasını 7 milyona çıkartacak belli ki.

Bugünkü tarifeyle en üst kata çıkmak 12€. Orta kat 7,80€. Birinci katsa 4,80€. Ayrıca canınız sıkıldıysa, 4€'ya ikinci kata kadar asansörsüz çıkabiliyorsunuz.  En yüksek tarifeden hesaplarsanız, yılda 84 milyon € gelir demektir. Hadi az sayıda ara kata çıkanlar, indirimli tarifeden yararlanan öğrenciler, tabana kuvvet diyenler varsa diyelim, bu gelir 70 milyon €'ya iner. Eiffel imajının, isminin kullanım haklarını alan tişörtler, pankartlar, şunlar bunlar, bu gelirin dışında.

Paris'i ziyarete gelip de Eiffel'e çıkmayan görmedim. Ama Paris'te yaşayıp da çıkmayan çok gördüm. Şaşırtıcı mı bu? Hiç de değil. İnsanı çeken şey yanıbaşında değil, uzaklarda oluyor genellikle.

Fotoğraflar: AFP