17 Nisan 2009 Cuma

Bilge adam


Reuters bu fotoğrafı G20 toplantıları sırasında çekmiş. Monsieur le Président başucuna koymuştur bence bu kareyi...

14 Nisan 2009 Salı

Türkiye karşıtlığı eriyor

Fransız devletinin ve özellikle de sağ aydınlarının Türkiye konusunda yaratmaya çalıştıkları teyakkuz hâlinin toplumsal karşılığının sanıldığı kadar net olmadığını, geçenlerde yazmıştım. Bugün yayınlanan bir araştırma, bunu net bir biçimde ortaya koyuyor. 2005'te yapılan aynı konulu araştırmayla aradaki fark sizin de dikkatinizi çekecek... (Araştırma: CSA)



Nis-09Haz-05Kas-02
Türkiye'nin AB üyeliğine hayır%50%66%55
Türkiye'nin AB üyeliğine evet%35%28%33
Bir fikrim yok%15%6%12

Gördüğünüz gibi, Sarkozy'nin bas bas "Türkiye'ye hayır" diye bağırdığı, MoDem'e kadar bütün sağ partilerin, Türkiye karşıtlığı konusunda yarıştığı bu dört yıllık süreç içerisinde, 'Hayır'cıların ve 'Evet'çilerin oranı, bir hayli değişmiş.

Bundan sonra da bu oran, muhtemelen biraz azalan bir hızla, aynı doğrultuda değişmeye devam edecektir. Başka türlüsünü de bekleyemeyiz. Bana kalırsa 10 ilâ 20 yıl sonra somut olarak gündeme gelecek bir konunun, siyasî hamle amaçlı olarak ısıtılıp ısıtılıp servise sunulması, Fransız toplumunun da tepkisini çekiyor.

Bakın elimde bir başka araştırma daha var. Opinion Way'in 2008 Haziran'ında gerçekleştirdiği bu araştırmada, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği meselesinin, Fransız toplumunun gündeminde ne kadar yer sahibi olduğu öğrenilmeye çalışılmış. Oranlar bence çok çarpıcı. Nicolas Sarkozy, Ségolène Royal ve François Bayrou'ya oy verenlere, yani seçmen kitlesinin hemen tamamına "Aşağıdaki konular arasında sizi en fazla endişelendiren üçü hangileridir?" diye sorulmuş. Bu üç konu arasında "Türkiye'nin AB'ye olası katılımı"nı işaretleyenlerin oranı, yalnızca yüzde 6!

O araştırmaya da bir bakalım (Büyütmek için üstüne tıklayın):



Yorum sizin...

12 Nisan 2009 Pazar

Joyeuses Pâques!


Paris'te geçirdiğim ilk sene, Paskalya gününün akşamında şaşkına dönmüştüm doğrusu. Hattâ dönmüştük, demeliyim; çünkü ne olup biteceğini bilmeden, o gün, Murat ve Hakkı'yla Bastille'de bir sinemanın önünde buluşmak üzere haberleşmiştik. Artık hatırlamıyorum; ama bir filim izleyecektik işte.

Buluştuğumuzda, hepimiz etrafımıza aval aval bakıyorduk. Gideceğimiz sinema kapalı olduğu gibi, etraftaki diğer salonlar da kepenk indirmişti. Dahası, koskoca meydanda rahatlıkla aynı anda 3 çift kale maç oynanacak kadar muazzam bir boşluk vardı. Şaşkın, oradan le Marais'ye doğru yürüdüğümüzü anımsıyorum. Eşcinsel mahallesi olduğu için, böyle dinî bir günde, olsa olsa orada bir hareket olur, diye düşünmüş olmalıyız. Heyhat... Yılın 363 günü gey, lezbiyen, transeksüel kalmaya devam eden bu mahalle bile, iki günlük Paskalya ayracını boş geçirecekti belli ki. Dükkânları kapalı, cafélerin çocuğu da ölü görünce, biraz dolaşıp, yol üstünde denk geldiğimiz bir kilisenin ayinine katılmıştık, kısa bir süreliğine. Sonra, geceyi, Notre Dame Katedrali'nde tamamlamıştık galiba.

Paris'i 'öyle' görebileceğiniz nadir günlerden birisidir Paskalya. Zira sadece şehrin sakinlerinin değil, aynı zamanda turistlerin de ortalıkta fazla dolaşmayacağı tek vakittir. Ağustos tatilinden de, Noël'den de ayrılır bu yönüyle.

Neyse. Konuya dönmek gerekirse, o gün yaşadığım tuhaf, yarı ekşi, yarı acı yalnızlık tadı, her yıl Paskalya vakti tekrar ediyor aslında. Yine de bu kez, sabahtan, kız arkadaşıma küçücük de olsa bir Paskalya sürprizi yapmaktan geri durmadım. Akşamsa Galatasaray'a karşı Fenerbahçe'den bir Paskalya hediyesi bekliyorum; ona göre...

10 Nisan 2009 Cuma

Carla indirilmekten 'büyük keyif' alıyormuş

Le Post pek güzel yakalamış. Carla Bruni-Sarkozy, bugünkü eşiyle evlenmeden önce yaptığı bir açıklamada, "Şarkılarımın korsanca yöntemlerle indirilmesinden büyük keyif alıyorum" demiş meğerse.

9 Nisan 2009 Perşembe

Oh canımıza değsin /-)

İnanılmaz ama, Fransız hükümetinin öngördüğü internetten indirmeyi cezalandıran yasa, parlementodan az önce reddedildi. Üstelik de bu sonuçta, iktidar partisi UMP'den hatırısayılır miktarda milletvekillerinin, Meclis'teki oturuma katılmamasının büyük payı var.


Hadopi adı verilen bu yasanın ayrıntılarına daha önce değinmiştim. Özetlemek gerekirse, lisanssız içerik indiren kullanıcılar, bu tasarı yasalaşabilseydi, biri e-posta, öteki mektupla olmak üzere 2 uyarı alacak, devam etmeleri durumunda da bağlantıları kesilecekti. Sonradan buna bir madde daha ekleyerek, ceza yiyen kullanıcıların, bağlantıları kesik olduğu hâlde gelen faturaları ödemeleri de zorunluluk olarak benimsendi.

Ama işte... Geçemedi. Sarko buna çok kızacak; kuşkunuz olmasın. Tabiî şimdi önümüzdeki haftalarda bu tasarıyı yeniden Meclis'e göndereceklerdir; ancak sadece bugün olanlar bile, yeterince gürültü koparmış olacak.

7 Nisan 2009 Salı

Fransızlar bizi neden bu kadar çok seviyor?

Altı yıla yakındır Fransa'da yaşıyorum, Türk olduğum için özel olarak ayrımcılığa uğradığımı, kınandığımı anımsamıyorum. Burada yabancılara karşı genel bir ayrımcılık uygulanıyorsa eğer, ondan payıma düşeni almışımdır belki ama, dediğim gibi, Türk'üm diye özel olarak böyle bir şey gelmedi başıma. Memleketimi soranlara da Türk'üm dediğim zaman yüzünü ekşilterek bakanını hiç görmedim. Tersine, çoğu zaman özel bir ilgiyle karşılaştığımı söyleyebilirim, Türk olduğum için. Peki nedir bu, siyasetçilerin dünyasında olup biten o hâlde? Neden 'öyle' görüyorlar bizi? Hele hele bugünlerde yine, neden yarışa girdi Fransız  liderler, politikacılar, diplomatlar Türkiye'nin AB'ye girişine en çok kendilerinin karşı çıktığını kafamıza kakmak konusunda?



Bunun tek bir yanıtı olamaz kuşkusuz. Gelgelelim doğruya bizi en çok yaklaştıracak unsur, işte bu fotoğrafta gizli belki de. Fransa Cumhurbaşkanı'nın bitmez tükenmez aşağılık kompleksi ve onun doğurduğu sonuçlar, bize bir ölçüde zarar veriyor kuşkusuz ama, en çok da Fransa'nın imajını zedeliyor sanıyorum.

Fransa, tuhaf bir biçimde kendini Türkiye'yle yarışırken buldu diplomatik alanda, tamamen bu aşağılık kompleksi nedeniyle. Aşağıya bazı fact'leri sıralıyorum; ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır.

1- Ortadoğu Sorunu
Türkiye, İsrail-Suriye arasında arabulucu rolü oynadı. Aynı rolü Fransa da oynamak istiyordu. Özellikle de Akdeniz İçin Birlik toplantıları sırasında Paris'te gözümüzün önünde köşe kapmaca oynadı iki ülke. Ancak Fransa, bütün çabalarına karşın iki ülke liderini tek fotoğrafta biraraya getiremedi ve Türkiye'den rol çalamadı. Oysa Türkiye, aynı saatlerde, iki liderden birbirine mesaj taşıyordu.

2- Akdeniz İçin Birlik
Akdeniz İçin Birlik, Fransızlar açısından hem Türkiye'yi AB'den uzaklaştırmaya yarayacak bir manivela olacaktı hem de bölgede Fransa, Türkiye'nin üstlenmeye başladığı rolü kendi üzerine almış olacaktı. Bu nedenle de bu yeni Birlik oluşumuna muazzam diplomatik yatırım yaptı Fransızlar. Ama olmadı; özellikle de İsrail'in Filistin'e saldırmasıyla Akdeniz İçin Birlik, ölü doğan bebeğe döndü. Artık bu sözümona Birlik'i oluşturan ülkeler, biraraya bile gelemiyorlar! Akdeniz İçin Birlik'in bir sonraki büyük zirvesi ne zaman yapılacak, belli değil...

3- Obama ilk kime gidecek?
Nicolas Sarkozy, Fransa tarihinin en Amerikancı cumhurbaşkanı olarak etiketlenmeyi de göze alarak, daha W.Bush başkanken, bu ülkeyle ilişkilerini geliştirmek için âdetâ kıçını yırttı. Gitti tatilini W.Bush'un Teksas'taki evinde, hamburger yiyerek geçirdi. Amerikan Senatosu'nda baştan aşağı yıkama-yağlama kokan bir konuşma yaptı. Arkasından Obama seçildi. Sarkozy, İngiltere'den sonra Avrupa'daki en sıkı partneri olmak istedi Obama'nın. Yeni Amerikan başkanı, ilk denizaşırı ziyaretini Fransa'ya yapsın diye, "Obama, G20-NATO zirveleri arasında Normandiya'ya geliyor" diye dedikodu çıkarttırdı. Oysa Normandiya gezisi, baştan beri Haziran ayı için düşünülüyordu; bu kumar tutmadı. Yetmiyormuş gibi Obama, ilk denizaşırı ülke ziyaretini Türkiye'ye gerçekleştirdi.

4- Türkiye Mevsimi
Sarkozy, Haziran ayındaki AB seçimlerine kadar Türkiye'nin adını bile duymak istemiyordu. O kadar ki, tam da o tarihler için planlanan MEDEF'in Türkiye gezisini (MEDEF, Fransa'nın TÜSİAD'ı oluyor) erteletmek için araya girdi ve bunu başardı. Aynı nedenle Fransa'da daha önce başlaması planlanan Türkiye Mevsimi'nin açılış tarihini Temmuz başına ittirdi. Hattâ tamamen iptal etmek de istedi; ama başaramadı. Paris Kitap Fuarı'nın onur konuğu olarak Türkiye çağrılacaktı. Bu konuda her türlü ön anlaşma yapılmıştı. Resmen doğrulatmak mümkün değil; ancak kulislerde konuşulanlardan anlıyorum ki, bunu da Sarkozy iptal ettirdi.

5- NATO Savaşları
Fransa, NATO'nun askeri kanadına girerken, aynı zamanda Birlik'te önemli görevler kapmak niyetindeydi. Zaten NATO kararını daha 2007 yılında almışlardı kendi içlerinde ve mahut görevleri kapmak için hanidir gizli diplomasi yürütüyorlardı. Sonuçta sadece, NATO'nun ABD'deki temsilcisinin Fransız olmasını sağlayabildikleri söyleniyor; o da kesin mi, henüz bilmiyoruz. Ancak Fransa, çok istediği NATO Genel Sekreter yardımcılığı görevini ve NATO'nun Afganistan özel temsilciliğini Türkiye'ye kaptırdı.

Kouchner koltuğunu korumak için fikir değiştirdi

Birkaç ay önce buradaki basın mensuplarına verdiği kahvaltıda Ali Babacan'a, "Fransa'nın Türkiye konusundaki politikasına rağmen, meslektaşınız Kouchner, sizinle özel temaslarında, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği konusundaki kişisel olumlu görüşlerini mi dile getiriyor, yoksa hükümet politikasını mı dile getiriyor?" diye sormuştum. Babacan bu soruya yanıt vermek istemedi; ama çok manidar bir şey söyledi: "Şimdi bu konuyla ilgili bir şey söylersem, Fransa'da hükümet krizi bile çıkabilir." Bunun Türkçe tercümesi; evet, kişisel görüşlerini öne çıkarıyor, bakanı olduğu hükümetin değil, şeklindedir.



Ama Kouchner, az önce saydığım bütün olup bitenden sonra bu sabah çıktı, "Bundan sonra Türkiye'nin AB adaylığından yana değilim" dedi. Böylece kabinede Türkiye'den yana olan tek bakan da, görüşünü değiştirmiş oldu. Kouchner'in bu fikir değişimi de, istediği kadar bahane üretsin, Türkiye karşısında uğradığı başarısızlıkların faturasının kendisine kesilecek olduğunu bilmesinden kaynaklanıyor. Sarkozy önümüzdeki hafta ya da aylarda bakanlar kurulunda büyük değişiklikler yapacak. Bu başarısızlığının ardından da Kouchner, tabiî ki de durumu tehlikeye giren bakanlar arasındaydı. Doktor Kouchner, Türkiye konusundaki fikrini değiştirdiğini açıklayarak, Sarkozy'nin gözüne girmeyi ve bu sayede koltuğunu kurtarmayı garantiledi; hepsi bu.

Kouchner'e güveniyor muydu Türk hükümeti, bunu hiçbir zaman tam anlamamız mümkün olmadı açıkçası. Ama sosyalist geçmişi nedeniyle kendisiyle aynı kanatta yeralan Jack Lang, bir televizyon kanalında isim vermeden yaptığı açıklamada, Kouchner'in yanar-dönerliğini imâ etmişti. Mesele bundan ibarettir.

Kurtlanmalarının nedeni başka

Nicolas Sarkozy, 15 senedir özel derslerle pekiştirmeye çalıştığı hâlde öğrenemediği İngilizcesiyle bu işi çözemeyeceğini, Amerika'nın gözüne giremeyeceğini biliyor. Ne Barack Obama ne de Joe Biden, Nicolas Sarkozy'nin eski tip külüstür diplomatik ataklarından hazzediyor. Bush ile işler fena gitmiyor gibiydi; ancak ABD'nin bugünlerde dizayn ettiği yeni uluslararası politikalar, Sarkozy'yi balkona itiyor.

Size bir de sır vereyim: Obama'nın Prag'da yaptığı konuşmada Sarkozy'yi en çok rahatsız eden unsur, ABD Başkanı'nın Türkiye lehine konuşması da değildi esasen. Obama, konuşmasında çok daha önemli bir unsurun, karşılıklı nükleer silahsızlanmanın, Anglo-Sakson diplomasisinin deyişiyle "Global Zero"nun altını çizmişti. İşte Fransa'nın yanaşmak istemediği en büyük siyasi dönüşüm, esas bu konuda gerçekleşebilir. Obama'nın bu konuya, üstelik de Strasbourg'daki zirvenin hemen ertesinde girmiş olması, Fransa'ya "NATO'ya hoşgeldin. Hadi bakalım, şimdi beraber silahsızlanıyoruz" şeklinde ulaştı. Fransa 1965'te NATO'nun askeri kanadından kendini, tam da bu nedenle, nükleer caydırıcılık sırlarını Amerika'yla paylaşmamak adına soyutlamıştı. Şimdi geri döndü ve ABD daha ilk günden "Kaldığımız yerden devam" mesajını göndererek, Sarkozy hükümetini bir hayli irkiltti. Yarının konusu olan Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini, işte bundan, yani bugünün konusu olan nükleer silahsızlanma meselesinin üstünü örtmek istediklerinden öne çıkartmaya çalışıyorlar.

Tutar mı? Göreceğiz. Ama hiç sanmıyorum.

Biz de sizi...

Ben Türkiye'nin AB'ye üye olmasına her zaman karşı çıktım ve hâlâ karşıyım. Fransa'nın bu tutumunu Birlik üyelerinin büyük bölümü de paylaşıyor. Türkiye büyük bir ülke, Avrupa'nın ve ABD'nin müttefiki. Türkiye'yle imtiyazlı ortak olarak ilişkilere devam edilmeli. Bu yöndeki tutumum değişmedi ve değişmeyecek.
Nicolas Sarkozy, 5 Nisan Pazar, TF1
Bu tartışma bizde cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bile önce kapandı. Türkiye'yi imtiyazlı, hattâ benzersiz ortak olarak görüyoruz. Ama hepsi bu.
Michel Barnier (Tarım Bakanı), 6 Nisan Pazartesi, Le Figaro
Grubumuz Türkiye'nin Birlik'e girmesine büyük çoğunlukla karşıdır.
Jean-François Copé (UMP Meclis Grubu Lideri), 6 Nisan Pazartesi, AFP
Sarkozy yalan söylüyor, burnu uzuyor. Türkiye'ye esas karşı olan biziz.
Jean-Marie Le Pen (Front National Lideri), 6 Nisan Pazartesi, basın açıklaması

3 Nisan 2009 Cuma

Sarko'nun hızlı günleri


Nicolas Sarkozy'nin müthiş bir belagat yeteneği olduğu gerçeğini teslim etmek zorundayım. Hatırlarsanız, Fransa'da bir süredir 'Kapitalizmin ahlâkîleştirilmesi' başlığı altında bir tartışma yürütüldüğünü söylemiştim. Eski bir tartışmanın, bugünkü küresel ekonomik krize uyarlanmış hâliydi kuşkusuz bu. Batı coğrafyasında liberalizme en az ve en ağır kapı açan ülke konumundaki Fransa'nın bu konuyla haşır neşir olmasında şaşılacak bir şey yoktu ayrıca.


İlerleyen günlerde bu tartışma, artık benim buradan size anlatmamı gerektirmeyecek kadar büyük bir hızla kitleselleşti zaten. Londra'daki G20 Zirvesi, özellikle de Nicolas Sarkozy'nin 'daha ahlâkî bir kapitalizm' talepleriyle bu prensibi bir şekilde benimsedi. Öngörülen önlemlerin gerçekten pek ahlâklı, pek namuslu olup olmadığı konusundaki olası bir ikinci tartışmayı şimdilik dışarıda bırakarak söylemek gerekirse, Fransa'nın G20 Zirvesi'nde ortaya çıkan tabloda büyük payı olduğuna rahatlıkla ikna olabiliriz. Vergi cennetleri konusunda kara, gri, ak listeler; bu kara listede yeralan ülkelerde yatırım yapan dev finans kurumları için öngörülen küresel yaptırımlar; banka açıklarının sıfırlanması; çevre politikalarının ilk kez bu denli büyük bir zirvede ana eksene yerleşmesi gibi parametreler, Sarkozy'nin Londra'da yürüttüğü tatlı-sert diplomasinin başarıyla sonuçlandığını gösteriyor.

Önümüzdeki saatlerde de NATO'nun askeri karar mekanizmasına geri dönecek Fransa'da Sarkozy için parlak bir hafta oldu doğrusu. 'Ahlâkî kapitalizm' konusunda Batılı dostlarını, NATO konusundaysa kendi vatandaşlarını üç aşağı beş yukarı ikna etmeyi başardı.

1 Nisan 2009 Çarşamba

Eiffel de boyanıyormuş meğer


Gustave Eiffel'in vasiyetiymiş, Kule'sinin 7 senede bir boyanması, vallahi bilmiyordum. 1899'dan bu yana aşağı yukarı 7 yılda bir hakikaten boyanmış. Dün itibariyle de, Kule 120. yaşına basarken, 19. Eiffel'i Boyama Şenlikleri başlamış durumda. 25 dağcı-boyacı (Evet, dağcı-boyacı), 60 ton ağırlığındaki boyayı, yaklaşık 50 kilometre kirişe 18 ay boyunca uygulayacak. Eiffel'in çok değişik bir boyanma tekniği olsa gerek diye düşünüyordum; öyle değilmiş, basbayağı boyayı fırçayı alıp, sürüyorlarmış.


Eiffel Kulesi 2 yıl, 2 ay ve 5 günlük çalışmayla inşa edilmiş. Şimdi boyanmasının 1 buçuk yıl sürmesi, bana bir tuhaf geliyor doğrusu.



Tabii bir de renk konusu var. Bu 19. boyama operasyonunda herhangi bir renk değişikliği söz konusu olmayacakmış. Ancak meğer, ki bunu da bilmiyordum, şu anda kullanılan ve Eiffel'e özel bir tona sahip olan bronz rengine varasıya, iki renk daha kullanılmış: İlk renk, bir kahverengi-kırmızı karışımı, ikincisiyse aşı boyasıymış. 

Ben olsam, hiç düşünmeden cart kırmızıya boyarım.



Eiffel Kulesi'ne bugüne dek takriben 243 milyon 376 bin kişi çıkmış. Ben Fransa'ya geldiğimde (Beş buçuk yıl önce) yılda ortalama 6 milyon ziyaret alıyordu; 2008'de 6,9 milyon ziyaretçiyle yeni rekorunu kırmış. Yani ortalamasını 7 milyona çıkartacak belli ki.

Bugünkü tarifeyle en üst kata çıkmak 12€. Orta kat 7,80€. Birinci katsa 4,80€. Ayrıca canınız sıkıldıysa, 4€'ya ikinci kata kadar asansörsüz çıkabiliyorsunuz.  En yüksek tarifeden hesaplarsanız, yılda 84 milyon € gelir demektir. Hadi az sayıda ara kata çıkanlar, indirimli tarifeden yararlanan öğrenciler, tabana kuvvet diyenler varsa diyelim, bu gelir 70 milyon €'ya iner. Eiffel imajının, isminin kullanım haklarını alan tişörtler, pankartlar, şunlar bunlar, bu gelirin dışında.

Paris'i ziyarete gelip de Eiffel'e çıkmayan görmedim. Ama Paris'te yaşayıp da çıkmayan çok gördüm. Şaşırtıcı mı bu? Hiç de değil. İnsanı çeken şey yanıbaşında değil, uzaklarda oluyor genellikle.

Fotoğraflar: AFP

24 Mart 2009 Salı

Küçüklerimi sevmeli, büyüklerimi saymalıyım



Ben askere gitmedim (henüz). Onun için anlatılanlardan biliyorum. Yukarıdaki gibi yazılar varmış her yerde. Şunu yapmalıyım, bunu etmeliyim, gibi. İşte bu askerî düzen, kimi yönleriyle Paris'e, hattâ Paris metrosuna bile gelebiliyor. Bir iki aydır ortalama Parisli'yi hasta eden bu yazılar, gerçekten de tamamen, "Siz gerizekâlısınız ve öyle kalmaya devam etmelisiniz. Biz sizin adınıza her şeyi düşüktük" ruh hâlini yanısıtıyor. Yukarıda gördüğünüz yazıda, "İnmeden önce hazırlık yapmak, inişimi kolaylaştırır" yazıyor sözgelimi.


Buradaysa "İstasyonda 1 saniyelik gecikme = Bütün hatta gecikme" deniyor.


"Sinyal sesinden sonra kapılardan uzaklaşıyorum."

23 Mart 2009 Pazartesi

Bu Papa'yı götürün, başka Papa getirin


Avrupa'nın en ateist ülkesi Fransa'da, ateistlere değil, katoliklere aşağıdaki soruları sormuşlar, bakın hangi yanıtları almışlar:

- Papa prezervatif konusundaki tavrını değiştirmeli mi?
  %85 Evet.

- Papa kürtaj konusundaki tavrını değiştirmeli mi?
 %83 Evet.

- Papa, boşananların yeniden evlenmeleri şeklindeki açıklamalarını geçersiz saymalı mı?
 %77 Evet.

- Papa eşcinsellik konusundaki görüşünü değiştirmeli mi?
 %69 Evet.

- Sizce Papa Katolik değerlerini nasıl temsil ediyor?
 %49 Kötü
 %22 İyi
 %28 Ne iyi ne kötü
 %1 Fikrim yok

- Sizce Papa istifa etmeli ya da emekli olmalı mı?
 %43 Evet
 %54 Hayır
 %3 Fikrim yok

Anket, Ifop tarafından Journal du Dimanche için yapılmış. Deneklerin tamamı 18 yaşından büyük ve hepsi Katolik.

Fotoğraf: Le Parisien

22 Mart 2009 Pazar

Ahlâkî kapitalizm tartışmaları

Total firması, 555 kişinin işine son vereceğini ya da kendi tâbiriyle 555 kişinin 'gönüllü olarak' istifa edeceğini duyurunca, Fransa'da büyük kıyamet koptu. O kadar ki, sadece muhalifler, sendikalar, sivil toplum örgütleri değil, doğrudan doğruya Çalışma Bakanı Laurent Wauquiez, gelişmeyi 'skandal' olarak nitelendirildi. Her gün televizyonda, 2008 yılında 14 milyar Avro'yla, Fransa şirket tarihinin en büyük kârını açıklayan Total'in, yeniden yapılanma çerçevesi içerisinde bile olsa böylesi derin bir kriz ortamında işçi çıkarmasının, sorumsuzca olduğu şeklindeki yorumlarla karşılaşıyoruz. Total, bir Fransız şirketi olduğu için, ondan 'sosyal sorumluluk' uyarınca hareket etmesi bekleniyor kısacası.


Kriz başladı başlayalı kimi Fransız siyasetçiler, "Kapitalizmin ahlâkîleştirilmesi" adını verdikleri bir kavramı gündeme getiriyorlar. Roger Karoutchi'den duymuştum bunu, Christine Lagarde da yanlış anımsamıyorsam benzer şeyler söylemişti. Dün Nadine Morano da sözünü etti, daha ahlâkî bir kapitalizm arayışı içerisine girmeleri gerektiğini. Bu saydığım isimlerin hepsi, bugünkü hükümette bakan olarak görev yapıyorlar. Demek ki giderek yaygınlaşmaya başlayan ortak kanaât oluşuyor bu konuda.

Fransız kapitalizmi, aslında 'Fransız istisnası' kavramı açısından bir istisna oluşturmuyor. Bugünkü liberal kapitalizm düzenine ayak uydurmuş bir devletin, Total'in gerçekten de bir Fransız şirketi olduğunu varsayması, Fransız'a özgü olsa gerek. Bugün dünyanın her yanından hissedarları bulunan devâsâ, transnasyonal bir firmanın, bütün dünyanın krizi dururken, kâr maksimizasyonu faktörü, bu düzenin başat meselesi hâline gelmişken, 555 Fransız çalışanın durumunu düşüneceğine inanacak kadar kendinden emin olmak, şaşırtıcı bir safdillik doğrusu. Sen kuyruğunu kaptır, bütün pazarını, yasalarını, doktrinlerini önce Avrupa Birliği'ne, sonra ABD'ye uyarla; ondan sonra da Total'den, Fransız çalışanları için özel ricada bulun ve "Siz geçen sene 14 milyar kâr ettiniz. Bir iyilik edin, işten çıkarmaları iptal edin" de. Fotoğrafta gördüğünüz Total'in patronu Christophe de Margerie, nâm-ı diğer big moustache ('kocabıyık'), sırıtıyor bence bıyık altından. 

2005 Temmuz'unda Danone'un Pepsi'ye satılabileceğine ilişkin haberler yayınlandığında, öylesine büyük bir gürültü koptu ki Fransa'da, iki firma da birkaç gün içinde bu doğrultudaki görüşmeleri durdurmak zorunda kaldılar. Fransız kollektif bilinci açısından, kurulduğundan bu yana zaten özel olan ya da sonradan özelleştirilen firmaların bir kısmı, gerçekten de bir bakıma 'millî firma' niteliği taşıyorlar. Danone, bunlardan biri; Renault, Citroën, Air France, Crédit Lyonnais, Havas diğerleri. Fransa böyle; Fransız böyle.

Fransız siyasetinde yaşanan kriz de, Fransa'nın bugünkü sosyo-ekonomik trajedisi de burada yatıyor bana kalırsa. Total'in kararına ilişkin en az tepki gösterenlerden biri sözgelimi, tam tersi olması gerektiğini düşünebilecek olmamıza karşın, Sosyalist Parti'ydi. Şizofrenleşiyorlar çünkü: Fransız mı olmalılar, Avrupalı mı? Daha doğrusu, Avrupa Birliği'nin uyulmasını neredeyse zorunlu kıldığı liberal modeli mi takip etmeliler, Fransa'nın geleneksel (ahlâkî!) kapitalizmini mi? Savruluyorlar. Sağ da savruluyor, sol da.

Fransa'da da, etkisiyle tepkisiyle siyaset, artık gerektiği anda konuşturamadığı iktidarını, yavaş yavaş finans-kapital devleriyle paylaşmaya başlayacak. Daha doğrusu, zaten paylaşmaya başladı; ama bunu kabul etmekte zorlanıyordu. Şimdi ilk kez, Total'den, bir sosyal sorumluluk 'rica' edildiğine göre, gerçek iktidarın kimin eline geçtiği de âdetâ itiraf edilmiş oluyor.

Peki Fransız siyaset sınıfının, bu boydaki diğer ülkelere göre rötarla da olsa bu acı gerçeği içine sindirmiş olması, tüm elitleri kapsayarak genişleyebilecek bir fenomen mi? Diyelim ki öyle; peki bunun yaratacağı toplumsal tepki, yeniden tanımlanan sistem içinde kolaylık eritilebilecek mi? 

Önümüzdeki yıllarda buralarda bunlar konuşuluyor olacak.

Fotoğraf: Getty Images

21 Mart 2009 Cumartesi

PDF gazete

Diyelim ki basın dağıtım sektörü çalışanları sendikaları bir günlüğüne ortaklaşa greve gittiler. Sizce ne olur? Bu Türk basın tarihinde sanıyorum hiç yaşanmayan bir şey olduğu için, ben de buraya geldikten sonra öğrenmiştim.


Ne oluyor biliyor musunuz: Gazeteler piyasaya çıkamıyorlar! Evet, o gün gazete yok. İnternetten PDF versiyonu yayınlıyorlar.

Peki editoryal kadrolar greve gidince ne oluyor dersiniz? Evet, bildiniz; o zaman PDF olarak sunulacak bir gazete bile hazırlanamıyor!

Ya, işte böyle.

Zemmour

Fransız televizyonlarının en ilginç 'ekran yüzü', belki de O, Eric Zemmour. Cumartesi geceleri France 2'de yayınlanan eğlence programı On n'est pas couché'de 'eleştirmen' (Evet, en önemli eğlence programlarında da eleştirmen var, hem de 2 tane!), iki ayrı televizyon programında yorumcu ve Le Figaro'da da chroniqueur (Bir tür 'köşeyazarı') olarak görev başında. Kısacası, etkinlik yoğunluğu bakımından, biraz Fehmi Koru'yu andırıyor doğrusu.


Gelgelelim ekrandaki etkileyiciliği, Koru'nun kat be kat ötesinde. Her şeyden önce kuşları andıran boyun hareketleri, kısa boyu ve biraz da kıl hâl ve hareketleriyle ister istemez kendini izletiyor Zemmour. Hemen her lafa, "Siz söyleyeceklerinizi söylediniz; ama sırayı bana verdiğiniz anda, bu tartışmanın şekli değişir; çünkü ben şimdi yeni şeyler söyleyeceğim" edâsıyla başladığı için, "Evet, hakkaten ne diyecek bakalım" diye izliyorsunuz. Zira bir şekilde gerçekten de farklı şeyler söylüyor.



Peki siyasi yelpazenin neresinde kalıyor Zemmour? Anlatması kolay değil. Ancak en önemli ayrıntı, Zemmour ile ilgili hemen başta aktarılması gereken, Fransız medeniyetinin geleneksel çizgilerine geri dönülmesinden yana oluşu. Bu konudaki ısrarlı tavrı, onu, ister istemez merkez sağın biraz daha sağına yerleştiriyor. Katıksız bir cumhuriyetçi, Zemmour, ve bunu saklamıyor. En çok karşı durduğu yeryüzü duruşu, kendisinin "insan haklarıcılık" ("droit-de-l'hommisme") olarak adlandırdığı şey. Kendisini "anti-droit-de-l'hommiste" olarak niteliyor Zemmour ve başka Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner (French doctor!) olmak üzere, Fransa'daki hemen tüm insan hakları aktörlerini, derneklerini yeni sömürgeci olarak damgalıyor.

Başka orijinal fikirleri de var. Modern çağların, kadınları erkekleştirmeye soyunduğunu; ama sonuç itibariyle başaramadığı için şimdi erkeklerin kadınlaştırıldığını savunuyor sözgelimi. Bu nedenle feminizm ve eşcinsel hareketten de pek hazzetmediğini söylememe gerek bile yok herhâlde.

Beni çarpan yanı Zemmour'un, gerçekten de ne birebir tartıştığı aktörlerden korkuyor, ne de genel doğrulara karşı çıktığında hemen alevlenebileceğini bildiği tepkiden çekiniyor olması. Arte'de yayınlanan bir "Melezleşme" tartışmasında sözgelimi, "Irkların melezleşmesi"nden bahsettiğinde, II. Dünya Savaşı sonrası döneme bağlı fikir uçuşmalarının en önemli kalıtlarından "Irk yoktur" basmakalıbını yerlebir etmiş oluyor gerçekten de. Bu sözleriyle, içinde bulunduğu tartışma platformunda tepki alan Zemmour, karşısındaki siyahi bayanın, "Ne yani, sizce şimdi farklı ırklar var mıdır?" sorusuna, gönül rahatlığı içerisinde, "Tabiî ki vardır. Siz siyah ırktansınız, ben beyaz ırktanım. Irklar olmasa, anayasamızda ırk ayrımcılığını yasaklamazdık zaten" yanıtını verebiliyor.

Zemmour'un, Fransa'ya yerleştiğim günden bu yana bu ülkede gözlemlediğim en büyük soruna, pıhtılaşmış hâldeki düşüncelere böylesi asidik bir üslûpla yaklaşmasına hayranlık duyduğumu gizlemeyeceğim. Görüşlerini fazlaca muhafazakâr bulduğum zamanlar oluyorsa da, jest ve mimikleri yer yer tüylerimi ürpertse de, dedim ya, Fransa'da benim gördüğüm en uyarıcı ekran yüzü Zemmour.

Bu gece var gene. Hatuna nasıl bir bahane uydursam da dışarı çıkmayıp programı kaçırmasam, onu hesaplıyorum.

19 Mart 2009 Perşembe

Fransız alışkanlığı


Son olarak 29 Ocak'ta toplanmışlardı. Benim Fransa'da izlediğim en kalabalık gösterilerden biriydi. Fransa çapında en az 2 milyon kişi sokaklardaydı. Bugün yine genel grev vardı ve şu saatlerde gelen haberlere göre, 29 Ocak'tan da kalabalıkmış sokaklar.
Ben de République Meydanı'nda başlayan bu gösteriyi biraz takip etmeye çalıştım. Vaktim kalmadığından, Nation Meydanı'na doğru yürüyüşü takip etmedim; ancak daha yürüyüş başlamadan bile, yüzbinden fazla insanın o an etrafınızda olduğunuzu anlıyorsunuz.
Bu gösterilerin sebepleri değişmiyor, bir süre daha değişmeyecek. En az 2 milyon 200 bin işsiz var Fransa'da. Yıl sonunda 3 milyona doğru yaklaşması bekleniyor. Asgari ücret 1037 Euro. Fikriniz olsun diye söylemek gerekirse, ortalama bir semtte 40 metrekarelik evin fiyatı 800 ilâ 1000 Euro arasında değişiyor. Bu şartlar altında; "Daha çok çalış, daha çok kazan" sloganıyla iktidara gelen Sarko'nun protesto edilmemesi mümkün mü?

Bernadette 'dekore edildi'



Her gün dağıtılan Légion d'honneur'lerden, yani Fransız usûlü devlet üstün hizmet madalyalarından, bir tane de önceki cumhurbaşkanının eşine verilmiş de ne olmuş, diyebilirsiniz. Oysa Bernadette, öyle basit bir kadın değil. Bir defa, seçilmişliği olan tek Fransız başbayanı kendisi. Yıllar boyu Corrèze bölgesinin genel danışmanlığını, Sarran şehri belediye başkan yardımcılığını yürüttü bu sayede. Benim bugüne dek gördüğüm en aktif, en girişken, en konuşkan cumhurbaşkanı eşi. O kadar ki, rahatlıkla istediği televizyon programına katılıyor ve cumhurbaşkanı olmasına karşın, eşinden hiç bahsetmesine gerek kalmaksızın ortamın yıldızı olabiliyor. Çünkü kendisine, Jacques Chirac'ın eşi olmak dışında da bir isim yapabilmiş. Dolayısıyla, Sarkozy'nin taktığı bu nişan, bu kez hak eden birine gidiyor.

Başlıktaki 'dekore edildi' ifadesine gelirsek... O benim hep ilgimi çekmiştir. Madalya takılan biri için 'dekore edildi' deniyor Fransızca'da. Daha da ilginci, dekorasyon sözcüğünün Türkçe karşılığını ("süslemek"), Fransızlara söylediğiniz zaman duyacağınız kahkaha olabilir. "Suce les mecs" yazılır, "süslemek" okunur bir laf vardır; "Erkekleri em" anlamına gelir. Emmekten kasıt, basbayağı oral seks. Nereden nereye, değil mi?

Tebrikler Bernadette Teyze. Zevzekliğim tuttu, konuyu saptırdım, özür diliyorum senden de.



Fotoğraflar: AFP

18 Mart 2009 Çarşamba

Guignoller 20 yaşında

Kaçırdım. Guignollerin, yani bizde bir zamanlar 'Plastip Show' adıyla ekranlara gelen Canal+'ün meşhur programının 20. yıldönümünü kaçırdım. Başka bir iş nedeniyle şehir dışına çıkmak zorunda kalınca yapacak da bir şey kalmadı.


Guignoller ya da tam adıyla, 'Les Guignols de l'info', uzun yıllardır haftanın 5 günü yayınlanan, 7 dakikalık satirik haber bülteni formatına sahip. Sunucusu, kısa süre öncesine dek yine uzun süre TF1'ın 20 haberlerini sunan ve kısaca PPDA diye anılan Patrick Poivre d'Arvor'un kuklası, PPD. İşte bu PPD, bülteninde her akşam güncel konuları işliyor ve siyasi figürlerden tutun da, sanat dünyasının ünlülerine, entelektüellere kadar vitrindeki herkes, bu bültende kukla olarak arz-ı endâm ediyor. Bizim Plastip Show'u çok sevip, çabuk bıkmıştık diye anımsıyorum; Fransa'da artık 20 yılını dolduran Guignollerse, her akşam ortalama 2-3 milyon kişi tarafından izlenmeye devam ediyor. 20. yıl özel programındaysa, bu sefer gerçek PPDA, kendi kuklasını taklit etmiş! Ama kaçırdım işte...

Bu yazıyı yazarken biraz araştırdım; bu komedi tarzının mucidi, Hollandalılarmış ve oradaki ismi de Spitting Image'mış. Portakal renkli ülkede 1984-1996 yılları arasında ekranda kalan Spitting Image, bugün aralarında Fransa'nın da bulunduğu 9 ülke televizyonuna ilhâm kaynağı olmuş. Belçika, Rusya, İspanya, Almanya, Avustralya, Portekiz, Quebec ve Slovenya'nın da Plastip Show'ları bugün yayındaymış.

Evet 20. yıl özel programını kaçırdım ama, hiç olmazsa buradan onlara kendimce bir selâm göndermek istedim. Aşağıda size Guignollerden bir video sunuyorum (Irak Savaşı'ndan önceki Guignol bülteniymiş). Bir de meraklısı için  şu adreste, devasa Guignol listesi var. Hangi ünlünün Guignol'ü varmış, orada görebiliyorsunuz.


16 Mart 2009 Pazartesi

/-)

Hadopi koydular adını. Esasen, "Haute autorité pour la diffusion des œuvres et la protection des droits sur Internet"in kısaltması oluyor. Eserlerin Yayımlanması ve İnternet Haklarının Korunması Yüksek Kurulu gibi bir anlama geliyor. Sarkozy'nin son model, internetten lisanssız içerik indirenin canına okurum, aparatı oluyor aynı zamanda.

Gazetelerde okumuşsunuzdur belki; kısaca özetlemek gerekirse, bugünlerde Ulusal Meclis'in gündeminde bulunan bu Hadopi yasası, izinsiz indirmenin önüne geçmeyi hedefliyor. Buna göre, internet servis sağlayıcısı bir şirket, izinsiz indiren müşterisine önce bir e-posta mesajı göndererek, "Böyle devam edersen, canın yanacak" diyor; müşteri akıllanmazsa, bu sefer iadeli taahhütlü mektupla, "Bana bak, canına okurum, suyunu keserim" diyor; müşteri aynen devam ederse, "Eh benden günah gitti" diyerek, hakikaten suyunu, yani internet bağlantısını kesiyor. Ceza, yerine göre 3 aydan 1 yıla kadar bağlantısızlık şeklinde uygulanacak, eğer yasa geçerse.

Sarkozy'ye çok yakın bir gazeteci, geçenlerde bir itirafta bulunarak, Cumhurbaşkanı'nı hiç bilgisayar başında görmediğini söyledi. Gerçekten de Sarko, her hâliyle manuel bir insan görüntüsü veriyor. Bunu coach'uyla bir konuşsa iyi olur diye düşünüyorum.

İnternetçiler bu işe kızdılar ve tabiî şimdiden uygulamaya karşı çıkan siteler açmaya başladılar. Özellikle de "Korsan Şebekesi" isimli internet sitesi, yasa tasarısına karşı geniş katılımlı bir imza kampanyası başlattı. Kampanya'nın da işareti, internet diline uygun bir biçimde /-) olarak belirlendi. Yukarıda gördüğünüz protesto banner'ında, "Milyonlarcayız. Bize korsan muamelesi yapıyorlar" deniyor.

Bu arada hükümetin izinsiz indirmeye karşı kampanya kapsamında daha önce açtığı jaimelesartistes.fr (sanatcilariseviyorum.fr) sitesi de hack'lendi. Site, bu yazının yazıldığı şu saatlerde henüz kendine gelebilmiş değil.

Ayrıca Fransa'nın ünlü iktisatçı, vakt-i zamanında Mitterand'ın sağkolu, kültür ve iletişim duayeni Jacques Attali de hükümete karşı bayrak açtı. Blog sitesinde "Skandal ve gülünç bir yasa" başlıklı bir yazı yayınlayan Attali, müzik ve sinema alanında hizmet veren dev firmaların, Fransa'da etkili birkaç sanatçının arkasına sığınarak, devasa kazançlarına yenilerini eklemek adına, yeni iletişim modellerinin algoritmasını tanımayan gerek sağ gerekse de soldan politikacıları kullandıklarını öne sürdü.

Yasa muhtemelen Nisan başı gibi oylanacak. Bence yasa geçsin. Geçtikten sonra, artık kullanıcıların 'indirme' işlemine pek rağbet göstermediğini, herkesin Youtube'den, oradan buradan 'stream' ettiğini, dolayısıyla engelleyemeyeceklerini, bu arada yeni iletişim tekonolojilerine tamamen cahil olduklarını artık kendileri de görmek zorunda kalmış olacaklar. Bu da onlara yeter.

Fransa Türkiye'yi öptü

Buradaki diğer muhabirlerin yaptıkları haberleri hâliyle yakından takip ediyorum. Bazen, benim de yaptığım bir haberin onlar tarafından nasıl ele alındığını görmek aydınlatıcı oluyor. Ayrıca kimi zaman da, hangi haberlerde atlatıldığınızı görüyorsunuz.


"Fransa, Türkiye'yi örnek aldı" haberini görünce dün, gülümsedim. Daha başlıktan anlaşılıyordu gerçi, nasıl bir şeyi 'kaçırdığım', ama olsun, okudum. ANKA Ajansı'nın geçtiği habere göre, Fransa'da bir strateji uzmanı, "NATO'ya girmek ABD'ye teslim olmak anlamına gelir" şeklindeki yaygın kanıyı reddederek, "Türkiye NATO'da olduğu hâlde, 2003 yılındaki Irak Savaşı sırasında ABD Ordusu'na üslerini açmadı" demiş. Strateji uzmanı dediğim, Libération'un strateji konularına bakan muhabiri Jean-Dominique Merchet. Libé'nin internet sitesinde NATO konusuyla ilgili bir chat yapılmış; bu chat sırasında gelen okuyucu sorusuna böyle yanıt vermiş Merchet. 

Ajansın buradan çıkardığı sonuç, Fransa'nın Türkiye'yi örnek almış olması!

Quel alaka?

Eeğri oturup doğru konuşmak gerekirse; benim çalıştığım ajans (DHA) da böyle haberleri seviyor. AA da bayılıyor. Çünkü gazeteler, televizyonlardan bu tarz talepler çok geliyor. Altı üstü bir uzman yorumu hâlbuki. Önemsiz, demek istemiyorum, önemli tabiî ki; ayrıca katılıyorum da zaten Merchet'nin yorumuna. Gelgelelim, buradan yola çıkıp, "Fransa'nın Türkiye'yi 'örnek aldığı" sonucu nasıl varabiliyoruz yahu?

Dedim ya, talep olduğu için ben de Fransız gazetelerinde yeralan kimi yorumları, analizleri haberleştirebiliyorum. Tabiî bu tür haberlerin tamamında, habere konu olan yorumun, sadece yazarını bağladığını vurgulamaya çalışıyorum. Ama sağolsun bazı gazeteler, benim bu yaptığım vurguyu hiç umursamadan, haberi aynen alıp, sadece başlığını değiştiriyor ve "Le Monde, Türkiye'yi sevdi", "L'Equipe Fatih Terim'i övdü" diye verebiliyorlar. Le Figaro'da Türkiye'nin AB'ye girmesinden yana tavır içeren bir yorum yayınlansa, bu, Figaro'nun ve Fransa'nın da aynı kanıda olduğunu gösterebilir mi? Gösteremez ve öyle değil zaten. Figaro da karşı, Fransa da karşı. Nasıl ki Hürriyet'te TRT-6'ya karşı çıkan yazarlar çıkmış olmasına karşın, Hürriyet'in genel politikası bunun aksi yönünde olduysa, aynı şey Fransız gazeteleri için de geçerli. Peki biz kimi kandırıyoruz?

Hayır, Fransa, Türkiye'yi örnek aldığı için NATO'ya girmiyor. Hayır, Fransa basını, Bordeaux'yu yendi diye Galatasaray'ı öve öve bitirememiş değil. Hayır, Sarkozy'nin coach'unun, müşterisine seks konusunda verdiği tavsiyeler, "Fransa bunu konuşuyor" diye nitelendirilecek kadar ilgi çekmiyor burada. Hayır, hayır ve hayır...

Abartmayın, abartmayalım.

14 Mart 2009 Cumartesi

Zam



Le Monde'un fiyatı 10 santim zamla 1.40€'ya yükselmiş. 5 sene önce 1€'ydu. Aynı 5 sene önce, yukarıda gördüğümüz standart Paris metro bileti 1.10€ idi, şimdi 1.60€.

Bu vesileyle, Fransa'da sıradan gündeliğin pahalılık kriterlerini belirleyen ürünleri sıralamak geldi içimden:
  • Baget ekmek
  • Le Monde
  • Paris metro bileti
  • Croissant
  • Patates
Aklıma gelenler bunlar. Başka ekleyecek bir şey olabilir mi acep?

13 Mart 2009 Cuma

Fransızlar kitap kurdu mu?

Pek de sanıldığı kadar değilmiş galiba. TNS-Sofres firması, La Croix gazetesi için araştırmış ve yetişkin Fransızların yüzde 30'unun hiç kitap okumadığını tespit etmiş. Nüfusun yalnızca yüzde 9'u, ayda 1'den fazla kitap okuyormuş.  Fransızların yüzde 64'ü, yılda 5'ten az kitap okuyormuş. Bu oran mesela, geçtiğimiz yıl yüzde 58 dolaylarındaymış. Yani 1 yılda epey bir farketmiş nedense.


Sarkozy'nin "Daha çok çalış, daha çok kazan" sloganı tutmuş gibi görünüyor. Kimsenin okumaya vakti kalmamış anlaşılan.

Antarktika, Arktika, Türkiye!



Geçenlerde aktif siyasi yaşamını noktalayan eski başbakanlardan Michel Rocard, Fransa'nın Antarktika ve Arktika Büyükelçisi oluyormuş. 

Şimdi ben bu gelişmeyi nasıl yorumlayacağımı bilemedim. Rocard, kısa bir süre önce, "Oui à la Turquie" ("Türkiye'ye evet!") adında bir kitap yazmıştı. Türkiye'nin AB adaylığını savunan kitabın, yüzde yüz kanıtlanamayacağı için medyaya konu olmayan, ama biz gazeteciler tarafından bilinen en önemli özelliği, Türkiye tarafından sponsorize edilmiş olmasıdır. Yani Rocard, tabiî büsbütün kalemini satarak değil ama, zaten Türkiye'nin Birlik'e üye olmasını istediği için, kitabın özellikle de böyle provokatif bir başlıkla ve yer yer aşırı övgü dolu bir içerikle basılmasına, Türk lobisiyle olan ilişkisi sayesinde izin vermişti.

Doğal olarak aklıma, bu durumu öğrenen Sarko, adamı kutuplara mı sürüyor acaba, şeklinde bir olasılık geldi. Ve fakat öyle değilmiş sayın seyirciler. Adamın kutuplara acayip bir merakı varmış ve özellikle de Arktika'nın, yani Kuzey Kutbu'nun korunması meselesiyle ilgili dünyada bilinen uzmanlardan biriymiş.

Dolayısıyla bu görevlendirmeyi anladım şimdi. Ama ister istemez aklıma şu geliyor: İnsanın kendi ülkesi dışında en çok merak duyduğu diyarlar Arktika, Antarktika veTürkiye olursa, bu durumu nasıl yorumlamak gerekir? Kutuplarda üşüyen Rocard, ülkemizin sıcak misafirperverliğinden mi etkilenmiştir mesela? Bilemedim.

Birebir de tanışmıştım. Şeker bir insan.

12 Mart 2009 Perşembe

NATO mermer

Fransa NATO'ya girecek, bu belli oldu artık. Dün Sarkozy, bu konuda önceden de bilinen görüşünü, her zamanki hamasî üslûbuyla resmîleştirdi. Fransa, hatırlatalım, 1966 yılında NATO'nun askeri karar mekanizmalarından çekilmişti. Kararı alan, dönemin devlet şefi Charles de Gaulle idi ve argümanı da, Fransa'nın savunma stratejilerini, Amerika'nın güdümünde hareket ettiği gerekçesiyle NATO'ya kapalı tutmak idi. Yani, bizim de çok iyi bildiğimiz 'tam bağımsızlık' kavramı, etkili olmuştu bu kararda.



De Gaulle'ün tavrı, çok uzun yıllar desteklendiğinden, Fransa'nın NATO konusundaki tutumu uzun yıllar değişmedi. Ne sağda ne solda pek de farklı ses çıkmıyordu bu konuda. Gelgelelim Duvar'ın yıkılması, her şey gibi, NATO'yla ilgili algılamayı da yavaş yavaş değiştirdi. Fransa'nın 'askeri işgal' korkusundan hareket ederek askeri stratejiler geliştirmesi fikri, yerini, yeni tür risklere karşı, global önlem mekanizmalarına dahil olma modeli lehine evrildi. Bu evrimi gören François Mitterand, 1992'de ilk denemeyi yaparak, NATO'nun askeri kanadına temsilci sokmayı denedi; 1996'da Chirac bunu kurumsallaştırdı. Bugün işte bu sürecin son aşamasındayız: Sarkozy, Fransa'yı resmen NATO'ya geri döndürmeye hazırlanıyor.

Sarko dün, her zamanki gibi fırlamalıklar yaparak anlattı meseleyi: "NATO'ya girersek tam bağımsızlığımızı kaybederiz" argümanını, "Dostlarımıza küfrediyorsunuz. Ne yani, zaten NATO'da olan dostlarımız tam bağımsız değiller mi?" sorusunu sorarak; "NATO'ya geri dönüş kararı, De Gaulle mirasına ihanet olur" ısrarını, "De Gaulle'ün bugün şu durumda ne yapacağını nereden biliyorsunuz? 1966'da nasıl 1920'lerin mantığıyla hareket etmediyse, 2000'lerde de 1960'ların siyasal iklimine göre kararlar alacak değildi" diyerek çürüttü. Hattâ daha da öteye giderek, NATO'daki Amerikan ağırlığının sebebini, Avrupa'nın örgütteki zayıflığına, o zayıflığı da, herkesin gönlünü çalacak bir patriyotizmle, Fransa'nın yokluğuna bağladı.

Türkiye ne yapacak?

Şimdi artık bu süreç başlamış durumda. Gerisi açıkçası biraz hikâye. Meclis'te önümüzdeki günlerde görüşecekler, tartışacaklar, oylayacaklar; ancak sonuç şimdiden belli: Fransa'nın geri dönüş talebi, Nisan başında Strasbourg'da düzenlenecek tarihî NATO Zirvesi'ne iletilecek. Sorun çıksa çıksa, burada, o da Türkiye tarafından çıkabilir; zira Türkiye Fransa'yı bloke edebilir deniyor. Ben böyle bir gelişmeye, yüzde sıfır ihtimâl veriyorum. Sarkozy, bu meseleyi çoktan hâlletmiş olmasa, bu kadar maceraya da zaten girmezdi. Türkiye şimdilik sessiz. Ama bu sessizlik, sanıldığı gibi Fransa'yı tedirgin etmeye yönelik değil bence; seçim öncesi çıkacak olası tepkilerin önünü kesmeye çalışıyor hükümet esasen. "Bize AB üyeliği nedeniyle set çeken Fransa'nın önünü biz niye açıyoruz?" sorusuyla seçimden sonra karşılaşmayı tercih ediyorlar.

Ama bu soru er ya da geç mutlaka sorulacak. Hükümet, bunun yanıtını hazırladı mı? Türkiye, Fransa'ya bu kapıyı açarken, karşılığında ne alacak, belli mi? Merak konusu...

11 Mart 2009 Çarşamba

'Dış' haberler

"Paris muhabiri" gibi bir kartvizitim olduğundan, arada spor ya da kültür-sanat haberleri yapsam da, çoğu zaman "dış haberler" servisinden sayılıyorum. Bu nedenle de, Türkiye basınında bu dış haberleri yakından takip ediyorum.


Dış haberler... İngilizce yayın yapan medya nasıl 'exterior news' filan gibi birşeyler demiyorsa, Fransız medyası da buna "nouvelles d'extérieurs" demiyor. Daha doğrusu, bildiğim kadarıyla, uygar dünyada böyle bir kullanım yok. Bir aralar, hatırlayanınız çıkacaktır, 'dış kaynaklı hafif müzik' kavramı vardı. Sonra, Ömer Karacan sağolsun, bir tür müzikal açılım geldiğinden, bu kullanım ortadan kalktı. Ama 'dış haberler'in Ömer Karacan'ı yok henüz, öyle anlaşılıyor.

O kadar önemsiz, ikincil ve hattâ üçüncül ki dış haberler, genellikle dünyada olup biten; ama 'tuhaf'  klasmanına giren olaylardan oluşuyor. İsveç'te insanlarla iletişim kurabilen bir maymun, İngiltere'de ayrı yumurta dördüzleri doğuran bir anne, Fransa'da internet üzerinden tanışan gençlerin yaptığı orji gibi konular, dış haberlerin olağan meseleleri arasında başı çekiyor. Bir televizyon kanalının dış haberler servisinde çalışan bir arkadaşımla konuşuyorum; her gün, nereden reyting gelir diye bakarak maymunluk yaptığını, kuş çıktı böcek çıktı haberlerini yetiştirmekten, 'düşünme yeteneğini kaybetmek üzere' olduğunu söylüyor. Bir başkası, gazeteye o gün tam sayfa ilan geldiği için dış haberler sayfasının hiç yayınlanmadığından şikayet ediyor.

Herkesin var bizim yok!

Şimdi bu konuya neden girdin derseniz, şuraya getireceğim: Bokunda boncuk olduğundan değil ama, Fransız medyasından besleniyorsanız, içinde bulunduğunuz gün dünyada ne olup bitiyor, mutlaka haberdar olursunuz. Le Figaro da okusanız olursunuz, Le Monde da okusanız olursunuz, Libération da okusanız olursunuz. İsterseniz haber kanalları diyin, isterseniz en kitlesel kanalların akşam haberleri; hangisini izleseniz, o gün neler oluyor, bir fikir edinirsiniz. Bunun ABD, İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya, Rusya ve daha birçok ülkede böyle olduğunu biliyorum. Tabiî ki daha 'hafif' etiketlere sahip medyalar da olabilir; ama mutlaka ve mutlaka, bugün dünyada neler oluyor, her mecrada bunu size söyleyecek en az bir organ bulunuyordur. Bir ülke hariç; orası da Türkiye!

Türk basınını okudum, Türk televizyonlarını seyrettim ve dünyadan haberdar oldum, diyemezsiniz. Bu bence, medya açısından, yalnızca bir handikap, bir kalite yoksunluğu değil, aynı zamanda basbayağı bir hak gaspına giriyor. Dünyayı takip edebilmek için hiç kimse, yabancı dil bilmek zorunda olmamalı. Bilse bile, yabancı dilden takip etmek zorunda bırakılmamalı. Bugün Madagaskar'da halk neden ayakta, Fransa NATO'nun askeri kanadına neden girmek istiyor, Kırgızistan'da muhalefet üzerinde nasıl bir baskı kuruluyor, Türkçe olarak Türk basınından öğrenmek istiyorum. Bu hakkım, ne hakla yeniyor?

Dünyayı anlamak için kendi gazetesini değil yabancı basını okuyan genel yayın yönetmeni

Hıncal Uluç geçenlerde (21 şubat), Sabah Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliğine Erdal Şafak'ın getirilmesini kutladığı bir yazı  yazdı. Şafak benim de takdir ettiğim, örnek aldığım bir gazeteci. Yalnız Uluç'un yazısında çok dikkat çekici bir unsur vardı, Sabah'ın yeni şefini övmek için kullanılan. Aynen alıntılamak gerekirse, Erdal Şafak için, "Mükemmel Fransızcasıyla dünyayı günü gününe izler. Her sabah gazeteye benim kadar erken ama koltuğunun altında bir kalın dosya ile gelir.. O sabah çıkan Fransa'nın belli başlı gazetelerinin internet dökümleriyle.. Öğleye dek hepsini okur, haberleri ve yorumlarıyla.. Öğleden sonra yazmaya oturduğunda, artık Türkiye ve dünyada ne olmuşsa, biliyordur" diyor Hıncal Uluç. Açıkça, Sabah'ın yeni genel yayın yönetmeninin, dünyadan haber almak için Fransızcasını kullanmak zorunda kaldığını görüyoruz.

Tabiî ki de çok mantıklı bir şey yaptığı Şafak'ın; ben de öyle yapıyorum. Ama bu bir lüks olmalı bence, zorunluluk değil. Dünyada ne olup bittiğini öğrenmek için, Sabah, Hürriyet, Taraf, Radikal, Yeni Şafak okumayı isterdim. Le Monde, Le Figaro, The Guardian; fazladan merakımı gidereceğim yerler olurdu böylece. Oysa şu anda, yabancı basına mecburum.

Bu durum normal mi sizce?

10 Mart 2009 Salı

Paris Gastesi geri dönüyor

Prematüre bebek oldu bizimkisi; ama güç belâ da olsa yoğun bakımdan çıkartalım onu, değil mi? Kasım 2007'de başladığım bu blogu, Kasım 2007'de bitirmişim. Maşallah. Dünyanın en kısa ömürlü blog siteleri listesinde kaçıncı sıradadır, bilemiyorum ama, bir nebze maymun iştahlı olduğumu kabul ediyorum.


Neyse efendim... Önümüzdeki günlerde yeni update çalışmalarıyla geleceğiz inşallah. Eski içeriğe baktım, biraz fazla siyasi geldi. Şimdi onu bir yandan biraz yumuşatacağım, ama bir yandan da diplomasiye bağlayacağım. Bakalım nasıl bir karışım olacak.

Gerçi ben kendim yazıp kendim okuyor olacağım ama olsun; işim bu...